top of page
  • Abdulkadir Çelebioğlu

AZIĞIN EN HAYIRLISI TAKVADIR ÂYETİNE BEDİÜZZAMANCA YAKLAŞIM

Güncelleme tarihi: 12 Şub

Cenâb-ı Hak (celle celaluhu) Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen şöyle buyurmaktadır;

“Hayır (ve hasenât)dan ne yaparsanız, Allah onu bilir. O halde (kendinize yolculuğunuzda lâzım olacak) azık edinin; fakat şüphesiz ki azığın en hayırlısı, takvadır. Ve ey akıl sâhipleri! (Sâdece) benden sakının!” (Bakara Sûresi, 197. Âyet-i Kerîme Meâli)


Bediüzzaman Hazretleri’nin Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir ve izah metodunda; âyetleri teker teker ele alıp, meâl verip sonra da tefsir ve izah etmekten ziyade, o konu ile ilgili birçok âyetin meal-i icmalisini yani özetleme şekilde meallerini mânâ olarak ele alıp tefsir etmek vardır. Tefsir konusunda ise şöyle demektedir;


“Tefsir iki kısımdır:

Birisi: Malûm tefsirlerdir ki Kur’an’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve ispat ederler.

İkinci kısım tefsir ise: Kur’an’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zahir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur; doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 603)


Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere Risale-i Nur eserleri “ikinci kısım tefsir”lerin içerisinde bulunan bir “manevî tefsir”dir.


Şimdi Bakara Sûresi 197. Âyeti ele alarak kısım kısım inceleyeceğiz.

“Hayır (ve hasenât)dan ne yaparsanız, Allah onu bilir.” (Bakara Sûresi, 197. Âyet Meâli’nden)

“…her hayır, onun elindedir. Her yaptığınız hayrat, onun defterine geçer. Her işlediğiniz a’mal-i saliha, yanında kaydedilir.


İşte şu kelime, cin ve inse nida edip müjde veriyor, diyor ki:


Ey bîçareler! Mezaristana göçtüğünüz zaman, “Eyvah! Malımız harap olup sa’yimiz heba oldu, şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik.” demeyiniz, feryat edip meyus olmayınız. Çünkü sizin her şeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfatını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zat-ı Zülcelal, sizi celbedip yer altında muvakkaten durdurur. Sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti, rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz.” (Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 227)


Aynı mânâyı te’yid eden bir başka yer ise şöyledir;


“…bütün hayrat onun elinde, bütün hasenat onun defterinde, bütün ihsanat onun hazinesindedir. Öyle ise hayır isteyen ondan istemeli, iyilik arzu eden ona yalvarmalı…” (Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 241)


“O halde (kendinize yolculuğunuzda lâzım olacak) azık edinin…” (Bakara Sûresi, 197. Âyet Meâli’nden)

“O halde” denilen yani hayır ve hasenâttan ne yapılırsa, Allah’ın bileceğidir. Yani hayır ve hasenâttan ne yaparsanız, Allah bildiği için kendinize yolculuğunuzda lâzım olacak azık edinin.


Konuyla ilgili insanın yaptığı kulluk vazifesinin boşa gitmeyeceği, her şeyin karşılığının verileceği bir yere gidileceği ile ilgili şu yer dikkat çekicidir;


“Ey insan! Yaptığın hizmet, ettiğin ubudiyet boşu boşuna gitmez. Bir dâr-ı mükâfat, bir mahall-i saadet senin için ihzar edilmiştir. Senin şu fâni dünyana bedel, bâki bir cennet seni bekler. İbadet ettiğin ve tanıdığın Hâlık-ı Zülcelal’in vaadine iman ve itimat et. Ona, vaadinde hulf etmek muhaldir. Kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. İşlerine, acz müdahale edemez. Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi cenneti dahi senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana vaad etmiş. Ve vaad ettiği için elbette seni onun içine alacak.” (Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 227)


“(kendinize yolculuğunuzda lâzım olacak) azık edinin…” diye geçen yerdeki yolculuk ile ilgili şu cümleler izah mahiyetindedir;


“İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.” (Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 223)


Bir başka yerde ise verilen bir misalin hakikate bakan yönü söylenirken, yolculuk konusunda ışık tutan şu cümleler yer almaktadır;


“O yolculuk ise âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebedü’l-âbâd tarafına bir yolculuktur.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 326)


Bu iki yeri birleştirdiğimiz zaman ortaya şu çıkıyor; ruhlar aleminden, anne karnından, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, haşirden, sırat köprüsünden, sonsuzların sonsuzluğu olan ebedü’l-âbâd tarafına bir yolculuğumuz var.


İşte bu yolculuğumuz için bize bir azık gerekmektedir. Âyetin devamında o azığın ne olduğunu belirtilmiştir.


“…fakat şüphesiz ki azığın en hayırlısı, takvadır.” (Bakara Sûresi, 197. Âyet Meâli’nden)

Nasıl ki dünyaya yönelik olan dünyevî bir yolculukta azık gerekiyor ise, âhirete bakan uhrevî işlerimizde de yanımıza azık almamız gerekir ve o azık da takvadır.


Takva konusu ile ilgili Risale-i Nur Külliyatı’nda yüzlerce yer vardır. Bu yerlerden bazılarını serd-i kelâm yani güzel bir şekilde ifade etmeye çalışacağız.


İşâratü’l-İ’caz adlı 1. Cihan Harbi sırasında at üzerinde avcı hattında yazılan ve müellifi yani yazarı tarafından “umum Risale-i Nur’un bir fihristesi, bir listesi ve o Nur bahçesinin bir fidanlığı” (Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 85) diye isimlendirilen eserden alıntılar ile başlayalım;


“İbadetin hilkat-i beşere terettübü iki şeyden ileri geliyor: Ya insanlar ilk yaratılışında ibadete istidatlı ve takvaya kabiliyetli olarak yaratılmışlardır. Ve o istidadı ve o kabiliyeti onlarda gören, onların ibadet ve takva vazifelerini göreceklerini kaviyyen ümit eder. Veyahut insanların hilkatinden ve memur oldukları vazifeden ve teveccüh ettikleri kemalden maksat, ibadetin kemali olan takvadır.” (Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, s. 94)


Burada takva “ibadetin kemali” olarak vasıflandırılıyor.


“Nasıl ki bir insan bir iş için bir adamı teçhiz ettiği zaman, o işin o adamdan yapılmasını ümit eder. Kezalik –bilâ-teşbih– Cenâb-ı Hak insanlara kemal için bir istidat, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu itibarla Cenâb-ı Hak, insanlardan o işlerin yapılmasını intizar etmektedir, denilebilir. Bu teşbih ve istiarede, hilkât-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna

ve ibadetin de neticesi takva olduğuna ve takvanın da en büyük mertebe olduğuna işaret vardır.” (Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İcaz, s. 98)


Bu paragrafta da takva için üç tanım yapıldığını görüyoruz. Burada “hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğu” (yani insanın yaratılışındaki hikmetin takva olduğu) , “ibadetin de neticesi takva olduğu” ve “takvanın da en büyük mertebe olduğu” ifade ediliyor.


Takva in bazı mertebelerine ise şu şekilde işaret edilmiştir;


“…şirkten takva, kebairden mâsivaullahtan kalbini hıfzetmekle takva, ikabdan içtinab etmekle takva, gazaptan tahaffuz etmekle takva.” (Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İcaz, s. 99)


Konuyla ilgili bir başka veciz cümle ise şu şekildedir;


“…arz, takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmündedir.” (Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İcaz, s. 203)


Buradan da anlaşılacağı üzere; yeryüzü, takva üzerine kurulmuş bir mescid hükmündedir.


Âyette geçen yol ve azık ile ilgili şu yerler ise cây-ı dikkat yani dikkat çekicidir;


“O yol ise hayat yoludur ki âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silah ise ibadet ve takvadır.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 18)


Verdiğimiz cümleden anlaşılacağı üzere yolda bizim azığımız yani ihtiyacımız olan şey ise “ibadet ve takvadır”.


Yolun ne oluğunu daha önce izah etmiştik ve burada da o yolculuğumuzdaki azığımızın da ne olduğunu belirtmiş olduk.


O yolculukta, insanlar “Amele göre, takva kuvvetine göre, o uzun yolu mütefavit derecede katederler.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 21)


Takva ile ilgili Bediüzzaman Hazretleri manzumeler halinde yazdığı, “küçük bir mesnevî ve imanî bir divan” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 691) olarak tesmiye ettiği yani isimlendirdiği “Lemaat” eserinde şöyle demektedir;


“Kur’ân mutlak zikreder sâlihât [Bkz. Bakara Sûresi, 25. Âyet; Al-i İmran Sûresi, 57. Âyet; Nisa Sûresi, 122. Âyet; Maide Sûresi, 9. Âyet) ve takvâyı (Bkz. Bakara Sûresi, 197. Âyet; Maide Sûresi, 2. Âyet; Araf Sûresi, 26. Âyet; Hacc Sûresi, 32. Âyet] ibhamında remzeder makamatın tesiri. Îcâzı bir tafsildir; sükûtu geniş sözdür.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 725)


“Kur’ân”, dine uygun iyi hareketler, Cenâb-ı Hakk’ın ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beğeneceği faydalı işler ve iyilikler olan “sâlihât” ile bütün günahlardan kendini korumak, dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmekten, Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uymaktan ibaret olan “takva”yı “mutlak” yani kesin olarak “zikreder”, söyler. Makamlarının tesirini yani etkisini üstünun kapalı olmasıyla ince bir işaret eder. Kur’ân-ı Kerîm’in bir konuyu az sözle çok şey anlatması ise onu etraflıca açıklaması ve beyan etmesidir. Sözü kısa kesmesi ise o sözün anlamını genişletmektedir.


“Kur’ân-ı Kerîm’in sâlihât ve takvayı mutlak zikretmesi” ile ilgili, belirtilen dipnotlardaki Ayet-i Kerimeleri inceleyebilirsiniz.


Takva ile ilgili Bediüzzaman Hazretleri’nin otuz beş yaşında iken 1911 tarihinde Şam’da meşhur Câmi-i Emevî’de irad ettiği bir hutbesi olan “Hutbe-i Şamiye” eserinde ise şu ifadeler geçmektedir;


“Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irâde, zihin, his, latîfe-i Rabbâniye, herbirinin bir gâyetü’l-gâyatı var: irâdenin, ibâdetullahtır; zihnin, mârifetullahtır; hissin, muhabbetullahtır; latîfenin, müşâhedetullahtır. Takva denilen ibâdet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gâyetü’l-gâyata sevkeder.” (Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 136)


Bu yerin kısaca izahı ise şöyledir;


“Üstad Hazretleri burada insan, vicdan ve ruhunun dört temel unsur ve havastan beslendiğini izah ediyor. Bunlar irade, zihin, duygular ve latife-yi Rabbaniye olan kalptir. Bu dört temel cihazında kendine uygun bir gayesi ve vazifesi vardır.


İrade, insanın bütün maddi ve manevi cihazlarını açan ve harekete geçiren kontak ve anahtar gibidir. İbadetlerin ilk aşaması kulun irade etmesidir. İnsan namaza irade etmeden namaz olmaz. Bu yüzden irade bütün ibadetlerin ilk aşaması ve ilk anahtarıdır.


Zihnin, gaye ve vazifesi marifetullahtır. Yani Allah’ın şu kainatta sergilenen ve tecelli eden isim ve sıfatlarını tanımak ve onlara işaret eden levhaları güzelce okumak zihnin vazife ve gayesidir. Vicdan ve ruh bu kanalla beslenir.


Duyguların vazife ve gayesi ise muhabbetullahtır. Evet insan sağlam bir marifetten sonra marifet ettiği kimseyi sever ve ona perestiş eder. Bu sevmek işini de duygular yapar. Aslında muhabbetin merkezi ve mahalli kalptir. Lakin kalp duyguların şahı ve esası olduğu için, o muhabbetten öte bir misyona sahiptir ki, bu müşahedetullahtır.

Evet, kalp Allah’ı görür gibi sever ve ona perestiş eder ki, ıstılahta buna müşadetullah deniyor. Hissiyat ile kalbin vazife ve gayeleri birbirine yakın olmakla birlikte, aralarında letafet ve rütbe farkı vardır.


Kalp, bütün hissiyatın merkezi ve temerküz ettiği noktadır ve ancak sonsuz cemali müşahede ile itminan bulur.”


Yukarıda Hutbe-i Şamiye eserinden alıntı yaptığımız yerde geçtiği üzere, takva hem “ibâdetullah”ı hem “mârifetullah”ı hem “muhabbetullah”ı hem de “müşâhedetullah”ı içine alıp kapsar.


“Ve ey akıl sâhipleri! (Sâdece) benden sakının!” (Bakara Sûresi, 197. Âyet Meâli’nden)

Âyet-i Kerîme mealinin bu kısmına dair bir anektodu aktarıp bitirelim inşaAllah;


“İnsanın havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık’a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi belalı bir musibettir. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir beladır.


(…) Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki senin havfın lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.


Evet, Hâlık-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki bir valide, mesela, bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celbediyor. Halbuki bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem’asıdır.


Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler s. 358)


“Azığın En Hayırlısı Takvadır” âyetinin Risale-i Nur eserlerinden nasıl ele alındığının sadece bir numunesini göstermeye çalıştık. Bu çalışmamız ve benzeri çalışmalar gösteriyor ki “Risale-i Nur Kur’an’ın çok kuvvetli, hakiki bir tefsiridir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 515) Temennimiz; Âyet-i Kerîme ve Hadîs-i Şerîfleri, Risale-i Nur eserleri nasıl ele alıp bu asrın fehmine ders olacak şekilde izah ve ispat ettiğine dair yazılar yazılarak gözler önüne serilmesidir. Vesselâm.


Selam ve dua ile.

Nurani Müdafa

Yazar: Abdulkadir Çelebioğlu

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page