“Kader ilim nevindendir. İlim, malûma tâbidir. Yani hadise nasıl olacaksa, ilm-i ilahi de öyle taalluk eder. Yoksa malûm, ilme tâbi olmaz.”
Eğer malum ilme tabi olsa o zaman o ilim nasıldır ve ne şekil alır? Ve yok olan şey zaten bilinmez. Ancak bir şey olacak ki, ilim ona taalluk etsin ve bilinsin.
Öyleyse biz ne yapacaksak, Allah onu biliyor. Zira malumun harici vücud noktasında idare edilmek için ilim esas değildir. Ancak bir şey mevcut olacak ki, ilim de ona taalluk edip, onu tefsir etsin.
Mesela biri dese, “ben biliyorum deprem olacak” Ona sorarız “nereden ve nasıl biliyorsun?” O da elinde mevcut olan delil, hesap ve emarelere bakıp söylüyorsa o zaman onun bu ilmi malum ve belli olan alametlere tabi olarak beyan ediliyor. Yoksa, o zat alamet ve belirtisi olmayan ve bilinmeyen ve herhangi bir aletle de ölçülemeyen vukuu bilinmeyen bir depremin olacağını söylerse bu bir kehanettir, kabul edilmez.
Ama Cenab-ı Hak her şeyin gelmiş ve geleceğini ve geçmişini bildiği için Allah’ın ilmi o vukuu bulacak maluma yani bilinene tabi olur. Çünkü malumun zatı ve vücud-u haricisi iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Esasen ezel dendiği ezel mazi silsilesinin bir ucu değildir ki oradan başlanılarak eşyanın silsilesinde esas tutulsun ve ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin.
Ezel demek, geçmiş demek değildir. Ezel mazi ve hal ve istikbali aynı anda gören ve bilen ve mevkii-i mualladan nazar eden nazar-ı ilahidir ki geçmişi, hali, ve geleceği aynı zanda bilir ve görür. Bu ilahi görüşlerde zaman yoktur.
İlahi görüş, maziyi, hali ve istikbali, zamansız, aynı anda tutan bir ilm-i ilahidir. İşte bu ilm-i ilahi mevcut olan ve bilinen kadere taalluk eder. Bu hususu şu misalle izaha çalışacağız. Şöyle ki Senin elinde büyük bir âyine bulunsa, o aynanın sol tarafındaki mesafe müstakbel ve sağ tarafındaki mesafe mazi olsa ve ortası hazır hal farz edilse, o ayna aynı anda, maziyi, hali ve istikbali beraber tutar ve beraber gösterir. O farazi ayna ne kadar yüksekte olursa, o geniş mesafelerin üç halini de birlikte tutar ve gösterir. Ve bütün mesafeleri zamansız, birden ve bir arada üçünü de tutar, gösterir ve görür. Görüntülere de mukadder, muahhar, muvafık ve muhalif denilmez.
Her üç hal de zamansız olarak, aynı anda görünür. Bu misale göre, kader ilm-i ezeliden olduğu için ilm-i ezeli de hadîs-i şerifin tabiriyle "Manzar-ı a'lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı a'lâdadır."
Biz ve bizim muhakememiz o nazarın haricinde olamaz ki, mazi ve mustakbel gibi bir şey tasavvur edilebilsin.
Hem Kader, sebeble müsebbebe bir anda bir bakar. Yani sebebe ayrı ve müsebbebe ayrı nazar edilmez ve etmez. Bu müsebeb şu sebeble meydana gelecek, yani fail şu fiille mefhum üzerindeki hali aynı anda ve bir arada vukua geldiği bir hakikattır.
Bu hadisede takdir ve tehir yoktur. Yani denilemez ki, filan adamın ölmesi filan zamanda öleceği vukuu bulacağından bilahare başka adamın tüfeğe dokunup, tetiğe basmasındaki fiilden dolayı faili sorumlu tutmak olamaz. Nasıl olsa o adam ölecekti. Fail tetiği çekmese de yine ölecekti denilemez. Çünkü kader-i ilahi müteveffanın ölmesini failin tetiğe dokunması ile öleceği ilmen takdir edilmiş ve öyle de olmuş.
Selam ve dua ile.
Nurani Müdafa
Şerh Eden: Nazım Akkurt
Comments